30 Haziran 2007 Cumartesi

Tatil Başa Vurunca....


Bugün kendimi dışarılara atasım var, kendime kargo pantolon alasım var asker yeşili. Kendimi Tunalı’daki pasajlara atıp kirazlı küpe arayasım var. Kirazlı küpelerimle sevindirik olasım var.

Geçen gün Bahçeli’de Bit Pazarı’nda görmüştüm kirazlı küpe, almadığıma pişmanım. Şu anda kimbilir kimin kulağında :( O küpelerle kırmızı ayakkabılarımı giyip, ikisini kardeş ilan edecektim oysa.

Bana olur böyle... Almadığım bir şeye eve gelince pişman olurum, yiyip bitiremediğim şeyleri, özellikle kumpiri, eve gelip acıkınca, yemediğime pişman olurum.

Nereye kadar kardeşimmm bitsin bu pişmanlıklar... Kumpirler bitirile, kirazlı küpe buluna. Mutluluk tavan yapa.... Eldekilerin kıymeti biline, yandan çarklı şapka kafada, kocaman halka küpeler kulakta, içimden “sevinceeeee insanlar bir başka, durma dostum sen de yol ver aşkaaa” diye şarkı söylene. Erkin baba büyüksün denile...

Hafta sonu geldi bree...
Mutluyum, yarın 11’e kadar yayıp uyuycam. Kusana kadar Pink Martini dinliycem. Donde Estas Yolanda'da bağırarak eşlik edicem. Ötesi var mı?

29 Haziran 2007 Cuma

Simit, peynir, Datça


Her sabah ılık bir bardak su içine bir tatlı kaşığı bal ve biraz da tarçın karıştırarak içiyorum. Antioksidan olduğunu, vücuttaki toksinleri attığını söylemişti arkadaşım. Daha sonra internetten araştırdığımda mide hastalıklarına da olumlu etkisi olduğunu öğrenince her sabah muhakkak içmeye çalışıyorum.

Bugün de suyumu içtim, kahvaltı hazırdı ama canım istemedi. İşe gelirken alt sokağımızdaki simit fırınından simit ve üçgen peynir aldım. En güzel kahvaltıdan, brunch'tan, bazen akşam yemeğinden bile daha güzel. Yanında domates, ezine peyniri ve tazecik biber olursa bi de güzel çay varsa deymeyin keyfime.

Keyif demişken, mesela akşam üstleri balkonu yıkayıp çıplak ayakla şıp şıp biriken sulara basmak sabah erkenden denize gidip bol bol yüzmek, öğlene doğru eve dönmek... piknikte hamakta sallanmak, yakan top oynamak, daha pişmedimi bunlar diye mangalın başında beklemek, kumsalda bi şezlonga uzanıp güneşin batışını seyretmek, al sana keyif...

Datça geldi aklıma birden, en güzel tatil anılarım orda... Yüzmeyi öğrendiğim yer orası, dişçi amca öğretmişti yüzmeyi. “koğğkma kızım, ben hiç boğduğuğmuyum seni, Kuğtuluş hanım da beni boğaağ” diye gülmesi, bğaavooo demesi...r harfini söyleyememesi... herkes uyurken , hava daha serinken çarşıdaki fırına gitmek oradan yeni çıkmış ekmekleri alıp dönerken yol üstündeki çocuk parkında salıncakta sallanmak. Eve dönerken uyanan komşularla selamlaşmak, etrafın mis gibi yasemin kokması....

Her akşam annemle Kurtuluş teyze yürüyerek Datça'ya inerken, Erpolat amcanın "biz zayıfız kızım, 200 gram aldık, yürüyerek vermeyelim,arabayla gidelim" demesi, annemlerin yanından geçerken kornaya basıp "şişkolaaaarrr" diye bağırması. Onlar yanımıza gelene kadar dondurmaları lüpletip, bir de annemler gelince hep beraber dondurma yemek, birbirimize göz kırparak şşşt sııırrr demek... Erpolat amcanın, çat çat çat ben datçalı kelpolat demesi, benim "insan burda ölmez" diye düşünmem...
Canım amcam, nur içinde yat. Her dondurma yiyişimde hatırlanıyorsun bil, ama ne yazıkki artık sırrımı paylaşacak kimse yok.

28 Haziran 2007 Perşembe

Mutfak dolapları geldi hoş geldi


Çok şükür dün mutfak dolaplarımıza kavuştuk. Neredeyse bir aydır dolap kapağı gelmedi bahanesiyle bizi oyalayan mutfakçı sonunda gelmiş. Ama mutfak mermeri hala yapılmadığına göre bir ay da onun için bekleriz eminim. Halil çok güzel oldu diyor mutlaka güzeldir, temizlenip eşyalar gelince daha da güzel olur eminim. En önemlisi mutfağa küçük de olsa bir masa sığmasıydı o da sığıyormuş. Harika.

Fotoğraftaki bizim mutfağımız değil ama herhalde buna benzeyecek bitince, bizim seçtiğimiz modelde de koyu kahve rengi ve krem rengi dolap kapakları bir arada kullanılmıştı. Zaman aşımına uğradığı için hiç beklemediğim bir mutfak dolabıyla karşılaşmaktan korkuyorum açıkcası. Halil fotoğrafını çekip yollarsa meraktan kurtulucam.

Ooyy anam anammm... Burhan gibi bağırmak istiyorum... Annemin o kadar çok işi var ki, daha perde diktirilecek, mutfak dolaplarına örtüler dikecek off ben dayanamıyorum. Daha çıkıp perdeci dolaşıcaz, salon için stor istiyorum ama o da transparan parannn olmasın... öyle olursa al başına iş. Bu konuda hiçbir bilgim yok, gidip perdeciden sormak lazım.
Yatak odası alınacak, oranın perdesi dikilecek, halısı nasıl olucak onlar ayarlanacak. Oturma odasına kırmızı bir kanepe bulmamız lazım, o kolay da en önemlisi sallanan koltuk bulmak, ikea'ya bakalım belki orada buluruz.
Velhasıl zor iş evlenmek. Çoook çalışmam lazım çokk...

Benim kelebek ruhum ise goblen alsam da işlesem derdinde, her işimiz bitti duvara tablo yapmayı düşünüyor. Ama goblenlere baktım geçen gün, şahane şeyler var. Bir tane etamin işlemiştim, annem ona benziyor işlemesi diyor ama şu anda çok daha önemli işlerimiz olduğu için onu işlemeyi evlenip iş de bulamayıp, evde sıkıntıdan patladığım günlerde yapmamın daha uygun olacağını düşünüyor.

Merak ediyordum, evimiz için acaba ilkolarak ne alırız diye. Biz iki tane şamdan, bir resim çerçevesi bir de buzdolabı süsü aldık :)) enteresan bir çiftiz vesselam. Buzdolabı süsümüz de olduğuna göre herşey tamamdır.

İçim telaşlı, ama dıştan birşey belli olmuyor. Sakin sakin oturuyorum, sanki başkası evlenecek. Evlenen arkadaşlarımdan hatırlıyorum da her gün çarşı pazar geziyorlardı. Ben habire kendime birşeyler alıyorum, kırmızı puanlı ayakkabım da oldu artık huzura erebilirim. Evin işleri mi, amaaaan yaparız. Daha gün bile almadık, nasıl yetişecek, ne olucak hiçbir fikrim yok. Bu gidişle ramazandan sonraya kalacak nikah işi. Neyse hayırlısı olsun.

Biraz önce babamla konuştum, pazartesi günü tomografi çektirmişti, bugün sonucunu aldı. Çok şükür herşey gayet iyiymiş. Doktoru son derece iyi bulmuş ve ilacını bir ay sonra tamamen kesmesini söylemiş. Oh baya rahatladım. Canım benim, o kadar çekti ki artık en ufak birşey olmasına bile dayanamam herhalde. Bu sıcakta gitmeyin ben götüreyim dedim ama annemle ikisi gazi hastanesine çok rahat gidiyoruz diye benim bırakmamı istemediler, herhalde insanlar büyüyünce anne babalarını çocukları gibi korumak istiyorlar. Bir zamanlar onların bizi koruduğu gibi....

27 Haziran 2007 Çarşamba

Sıcakkk... Daha da sıcak olacak...

Bugün henüz sabah olmasına rağmen acayip bir sıcak var. Son yılların en sıcak günü olacak, mevsim normallerinin 10-12 derece üzerine çıkacakmış. Öğlen saatlerinde bazı şehirlerde 50 derecenin üzerine çıkması bekleniyor. Akşam haberlerinde “bana bir şey olmaz” diyen kaç kişinin sıcak çarpması nedeniyle hastaneye kaldırıldığını izleriz.

Sabah yürüyerek geldim işe, saat çok erken olmasına rağmen acayip bunaltıcı bir hava vardı. Şapka ve gözlüğümü taktım ama ne kadar koruyucu olur o bile şüpheli bu sıcakta.

Şimdiye kadar en sıcak havayı geçen sene Antalya’da hissettim. Sanırım orası 45 derece vardı. Antalya’dan Finike’ye gitmek için minibüs beklerken “şimdi ölücem” hissini gayet net yaşadım. Allah bu sıcakta açıkta çalışanlara yardım etsin. Yan sokakta Pazar kurulmuş bile. Sıcak, soğuk bütün hava koşulları zaten onların üstünden geçiyor. Herkes para kazanmak için birşeylere katlanıyor. Kimi sıcağa, soğuğa, kimi de densiz insanların kaprislerine.

Dün gece müthiş mide ağrısı çektim. Resmen kaburgalarımdan tutup ikiye ayırdılar. En sonunda dayanamadım ve acile gittik. Kocaman bi ağrı kesiciyi iğneyi yiyince ağrım kesildi ve resmen sızdım yorgunluktan. Ağrı çekerken yoruluyorum. Herkese oluyor mu bilmiyorum ama ben ağrım geçince parmağımı bile kaldıramıyorum. Dişlerimi fırçalamaya bile mecalim kalmamıştı. Öylece yattım, şimdi de korkuyorum yine ağrırmı acaba diye. Bugün hafif şeyler yemem lazım, yanımda da talcidim var, sağlık karnemi de aldım. Bir şey olursa hemen acile koşarım yine. Ama inşallah bir şey olmaz.

23 Haziran 2007 Cumartesi

Dut ve Hatırlattıkları...



Sabah işe hiç gelmek istemedim, adı iş ama iş yok, canım fena halde sıkılıyor. Oyalanacak birşeyler arıyorum ama her gün de bi programı aç, onu kurcala, yapmak istediğini yapama bu daha da bunaltıyor. Ben de kendimi yemeye verdim. Çantamda fındık, fıstık, kuruyemiş türü şeyler taşıyorum her gün. Tam da meyve yesem daha iyi olacak diye düşünürken işyerine gelen bir amca bize dut getirdi. Ayaş dutu meşhurdur zaten, çok iyi gitti. Teşekkür ederiz İsmail amca.

Dut nedense hep çocukluğumu hatırlatır bana. Dut ağacı, yeni yıkanmış avlu, toprak kokusu....

Okul tatil olunca kendimizi Yozgat'a atardık. Orada herhalde çocukluğumun en güzel günlerini geçirdim. Anneannemlerin kocaman bahçesi, arkadaşlarım ve en önemlisi de dedem ordaydı. Ankara'da da bahçeli bir evde büyüdüm, bizim bahçemizde de meyve ağaçları vardı ama Yozgat'taki bahçe çok büyüktü. Envai meyve ağaçları vardı. Hele arkadaşımın anneannesinin bahçesi bizim için cennetti. Elma ağacına çıkar "kuru temizleme" yaparak, elma yer, o ağaçtan sıkılınca vişneye çıkardık, ordan da sıkılınca kuyudan su çeker, kuyunun ne kadar derin olduğu hakkında birbirimize korkunç hikayeler anlatırdık. Bahçede küçük bir süs havuzu da vardı. İçinde nilüferler, minik fıskiye (eski insanlar daha zevkliymiş kim ne derse desin)... Biz eğlenelim diye anneanne fıskıyeyi açardı. Mutluluktan deli olurduk niyeyse. Çocukken mutlu olmak da kolaymış.

Ankara'dan gelen "kibar çocuk" olarak ben; lütfen, alabilir miyim? yapabilir miyim? diye başladığım yaramazlık yolculuğundan okulların açılmasına yakın ağaçlara tırmanma şekilleri, uzaktan bile hangi meyve işe yarar, hangisi yaramaz anlama, dut yaprakları arasında saklanma yolları, cevizden elimize kına yapma metotları öğrenmiş olarak eve dönerdim.

Keşke yine o yaşlara dönsem, birazdan arkadaşlarla toplanıp hangimizin bahçesinde oynayacağımızı düşünsek, öğlen bahçeye sofra kurup karnımızı doyursa annelerimiz, herşeyden uzak, tek derdimiz oyun olsa...

19 Haziran 2007 Salı

patatieeesss suaaaaaann


Herşey annemin mutfak balkonundaki erzak dolabının çok eskidiğini söylemesiyle başladı. Teyzem de "bizim depoda kullanmadığımız bir tane var istersen onu al" dedi ve olaylar gelişmeye başladı. Annem o dolabı alabilmek için pikap türü bir araba arama çalışmalarına balkonda oturup gelip geçen pikap türü arabaları izleyerek başladı. Bir tane nakliyecinin telefonunu bulmayı başardı ama adamın küçük bir dolap ve kısa bir mesafe için olduğu yerden kıpırdamayacağına kanaat etti herhalde ki, aramadı bile.

Yine balkonda sortideyken bizim kapıcının babasının patates soğan sattığı pikabını gözüne kestirdi. Emine'ye babana rica etsek dolabı getirirmi dedi galiba ki, amcam "haydi abla gidek" diye kapıdaydı saat 21 sularında.

Ben de annesini yalnız bırakmayan hayırlı bir evlat olarak "ben de gelicem" dedim ve patates soğan satan arabanın ön koltuğuna şöför, annem ve ben bir güzel kurulduk. Bütün yol boyu ben acaba etrafta bir megafon bulabilirmiyim diye arandım ama nafile. Bulsam "haydeeeeeeeee patatieees suaaaaaaaaannn" diye bağırıp, fani ömrümde şu muhteşem sesi en azından küçük bir kitleye duyurmak istedim. Ama olmadı. Megafonsuz patatesçi mi olur, ama oluyor... Ben de teyzemlere gidince sitede megafonla "teyzeeeaaaa biz aşağıdayızzzz, poğaça varsa bi tane poşete koyup atsana aşaaaa" demeyi de hayal etmiştim o da olmadı.

Sonuç olarak sesimi kitlelere duyuramadım. Ama annem erzak dolabına kavuştu ya, o da yeter :) Şansımı popsiitarda deniycem arkadaş... Ben de otrişler içinde bir Banu Alkan olmak istiyorum. Bünyem istiyo...

18 Haziran 2007 Pazartesi

Bir hafta sonu daha geçti, daha hiçbirşey anlamamıştım oysa...


Bir hafta sonunu daha yalan oldu, zaman mı hızlı geçiyor nedir hiçbirşey anlamadım. Cumartesi günü arkadaşımın annesinin seneyi devriyesi dolayısıyla toplandık, dua edildi sonrasında uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla sohbet etmek gayet iyi geldi. Oradan biraz erken ayrılıp, İstanbul'dan gelen arkadaşımız Umar'la buluştum. Beraber Tunalı'ya gittik. Kendisine her ne kadar "havyarsız kumpir" ısmarlama sözüm olsa da, o tercihini Ayvalık tostu'ndan yana kullanınca yapacak birşey kalmadı. O tostunu yerken, ben de portakal suyu içerek kendisine eşlik ettim. Sonrasında Mado'ya uğrayarak dondurmalarımızı da yedik ve uzun uzun sohbet ettik. Yürüyerek Tunalı'dan Kızılay'a inip ayrıldık. Ben Dost'a uğrayarak yeni çıkan kitapları inceledim ve kendime hediye bir kitap ve fosforlu kalemler aldım.

Herhalde küçükken hediye olarak hep kitap getiren ve çok sevdiğim bir teyzenin etkisinden midir nedir, kitaplar bana hep hediye gibi gelir. Onların sayfalarını ilk açanın ben olduğumu bilmek, kağıt kokusu her zaman çok hoşuma gitmiştir. En kısa zamanda yeni kitabıma başlıycam, elimde çok az bir bölümü kalan kitabımı bitirince.

Pazar günü de babalar günü dolayısıyla evde babamla beraber vakit geçirdim. Hediye olarak kendisine tavla alınca, yeni tavlamızla büyük bir zevkle uzun süre tavla oynadık.

Halilin babasının babalar gününü de telefonla kutladım, aldığım hediyeyi beğenmiş olması beni daha da mutlu etti.

Bu ara fena halde tatil ihtiyacı hissediyorum, şu anda hamakta uzanmış, cırcır böceklerini dinlesem, buzlu meşrubatımı yudumlasam, sıkılsam denize girsem, çıkıp güneşten bunalsam, tekrar denize girsem, su kuşu olsam, üzerime kumlar yapışsa, saçlarımın rengi güneşte açılsa, ucuzundan deniz gözlükleri alsam onunla denizin dibine bakıcam diye tuttursam ve her seferinde de o gözlüklerin içine su dolup gözlerimi mahfetse, tekne gezisine çıksam, cuppp diye denize atlasam herhalde benden mutlu kimse olmazdı. Bir de deniz yıldızı bulsam şahane olur. Neyse bir müddet daha tatilsiz, geçen sene çektiğimiz fotoğraflara bakarak iç geçiricem. Bir tane de geçen seneden tatil fotoğrafı ekleyeyim de, tatili gelen arkadaşlarla beraber toplu halde iç çekelim.... Fotoğrafta ben ve yeşim olympos'ta mutlu günlerimizde görülüyoruz :(

14 Haziran 2007 Perşembe

Bir ben vardır benden içeri... Matruşka teorisi :)


Bazen insanın kaç farklı kişiliği olabilir diye düşünüyorum.

Karşımızdaki insanlara göre mi acaba şekil değiştiriyoruz, istediğimiz taraflarımızı gösterip, istemediklerimizi saklıyoruz? Matruşkalar gibi acaba bizim de içimizden birkaç tane biz çıkar mı?

Bazen kendimde bu olayı izliyorum, karşımdakine göre şekil değiştiriyorum ve sanırım hepimizde bu var. Yakınlarımızla veya akrabalar diyelim hadi, beraberken sessiz, sakin birisi oluyorum. Onlar benim hakkımda "ne kadar da sessiz kız, kafasına vur lokmasını al" diye düşünürlerken, arkadaşlarımla beraberken bambaşka bir kişilik oluyorum. Herhalde bazıları görse asla tanıyamaz. Çünkü ailenin sessiz çocuğu, hiçbirşeye sesi çıkmayan, munis hatta bazen pısırık kızı olan ben, öyle canlı, öyle neşeli oluyorumki herhalde görseler küçük dillerini yutarlar. Hele anlattığım şeylere milletin gözlerinden yaşlar gelerek güldüğünü görseler mümkün değil inanmazlar. Bu kız konuşabiliyor muydu? Allah Allaaahh. Milleti gülmekten kırdı geçirdi. Bu o değil... Al sana birinci matruşka.

İşyerinde görevini hakkıyla yapan, anlaşılmadığını düşündüğünde dişlerini çıkarmaya çekinmeyen, hatta hakkını alana kadar mücadele eden, en dişlisinin bile kolay kolay yıldıramayacağı ben. Buyrun ikinci matruşka...

Anne ve babamla birlikteyken de kedileşen, sevgi arsızı, onlara birşey olacak korkusuyla üçbuçuk atan ben. Matruşkalar üç oldu...

Bazen karşısındaki insanın sıkıntısını kendi sıkıntısı bilen, onunla ağlayan hatta "onların yerine de ağlayan", çözüm bulunduğu anda dirsek çevririlen mati (buna üzüldüğüm için mati dedim, yazık buna...) Allaha şükür bu yaşa kadar ancak birkaç kez kendini gösteren mati. Dört mü oldu...

Sinirden gözü döndüğünde, yaradana sığınıp en ağır lafları söyleyen, karşısındakini ağlatacak kıvama getiren de, sokakta bastonuna dayanarak birşeyler satmaya çalışan yaşlı amcaya gizli gizli ağlayan da, izlediği bir sanat eserinin karşısında eriyen, yaşadığım için ve bunları görebildiğim için şanslıyım diyen de iç içe matruşkalardan birkaçı.

Herkesin içinde birsürü matruşka var, içini açtıkça bir başkası çıkıyor. Bazen hepsini teker teker insanlara gösterirken, bazen de hepsini biraraya topluyor tek bir şekilde görünüyoruz.

Velhasıl bu çok felsefi bir yazı oldu, bu da felsefeci matruşka. :)

12 Haziran 2007 Salı

Hayattaki gereksiz insanlar ve imha yolları...


Hepimizin hayatında hiç hoşlanmadığı fakat kaderin cilvesi midir nedir, sürekli iç içe olmak zorunda olduğu insanlar oluyor ne yazık ki.

Bu insanların, espri yaptıklarını sanarak devirdikleri çamlar, nezaketten bihaber tavırlar, bilmiş haller, hepsi beni sinir ediyor. İnsanların hadlerini bilmesi gerektiğine inanan birisi olarak beni delirtiyor. Hiçbirşey bilmeden sadece ahkam kesmek, aman ne çok şey biliyor bu adam denilsin diye abuk subuk konuşmalar bunların hepsi aslında bu tiplerin ne kadar da geri seviyeli oldukları hakkında fikir verir. Daha konuşmayı bilmeyen, konuşmaya siz ile başlayıp ortalara doğru sen demeye başlayan insanların, konuşmanın sonunda incelerek "hoşçıkılın" demesi de ayrı bir iğrençlik. Herkesin arkasından konuşulması da beni kusturacak kıvama getiriyor (kadınlar dedikodu yapar derler, ama erkeklerin yaptığı dedikoduları hiçbir kadından duymadım). Aile görgüsü olmayan insanlar için yapabilecek birşey yok ne yazıkki.

Gelelim bunları imha yollarına; En güzeli hiç umursamıyor gibi davranmak, hatta gibi yapmayıp umursamamak (bir süre yapınca zaten bünye alışıyor, yanından geçerken görmüyor bile insan bu böcekleri), onları iyice sinir etmek için mutlu görünmek, mutlu olmak (ama ne kadar üzgünüm ki (!) ben çok mutluyum) ve bunu onlara hissettirmek de en güzel çözüm.

Hayata bir kere geliyoruz ve gereksiz insanlarla muhatap olmak zaman israfı. Hiç gerek yok, salla gitsin...

11 Haziran 2007 Pazartesi

şimdi özetler...


Hafta sonu tatili nasıl geçti hiç anlamadım.

Nişanlım İstanbul'dan yağmurla beraber geldi. Onunla geçirdiğim zaman bir türlü yetmiyor, ne çok konuşacak, ne çok gülecek şey var. İkimizin sadece birbirimize bakarak katıla katıla güldüğümüz şeyler, tavlayı bana öğreten kişi olarak onu yenmek, mutfakta beraber yemek yapmak, aynı anda aynı şeyi düşünmek... daha birçok şey. İyiki nişanlanmışım onunla :) Hayattaki en büyük şans herhalde ne meslek, ne para ne pul... En büyük şans bence iyi bir evlilik yapmak. İnşallah bunu başarabiliriz.

Neyse, gelelim hafta sonu özetlerine; Halil cumartesi günü beni işyerimden aldı (cumartesi günü çalışan şanslı azınlıktan biri de benim... evet evet o benim işte) ve beraber Migros'a gittik. Bulaşık makinalarına baktık, aman ne çok çeşit var yarabbi. Yok kristal yıkama, yok duşlama özelliği, nerdeyse satıcı "sizi bile yıkar bu makina öyle bişey işte ablacııım" diyecek. 9 program, 10 program, yok inox, yok bilmemne, ikimiz de iyice bunaldık bu muhabbetlerden ve gidip en basit şekilde ihtiyacımızı karşılayacak olan bir tanesini aldık. Oh rahatladım.

Daha sonra karnımızı doyurduk ve "Karayip Korsanları" filmine girdik. Migros'taki sinemalar her zaman hoşuma gitmiştir, rahat koltuklu ve ferahtır. Ama bu sefer hem filmin uzunluğundan hem de içerinin fena halde kalabalık ve havasız olmasından fena halde bunaldım. Güzelim filmi bile doğru dürüst izleyemedim. Son yarım saat azap içinde, "arabistan çöllerinde kaldım, susuzluktan ölücem şimdi" iç seslerimle ama Jonny Deep hatırına zoraki geçti ve nihayet bitti, filmden çıktık. Meyve sularımızı içip azıcık gözümüzün önü açılınca eve döndük. Annemin nefis dolmasıyla biraz daha kendime geldim.

Pazar günü de "Atakule Nikah Salonu" incelemesi için Atakule'ye gittik. Nikah salonu harika olmuş, orada kokteyl de yapabiliyormuşuz. Şahane. Aklımıza bu salon daha çok yattı. Daha önce de Anıttepe'deki buz pateni içindeki nikah salonuna bakmıştık, orası da güzel ama Atakule çok daha fazla hoşumuza gitti. Bir sürü hizmetleri de paket program içinde sunuyorlar. Nikah şekerinden davetiyeye, canlı piyano ve keman dinletisine, hatta limuzine kadar her hizmet var. Konfeti yağmuru altında "evet" deme olayı var ki, beni benden aldı, bünyede bir mutluluk hali yarattı. Halil de çok beğendi, sanırım orası olabilir.

Bunlar çok tatlı telaşlar gerçekten, mobilya seçmek, ev eşyalarını tamamlamaya çalışmak, harika şeyler... Gerçi ben mobilya seçerken çok yorulmuş ve yeteeeeeeeeeeeeer bile demiştim ama olsun yine de güzel :) Her dileyen yaşar umarım.

8 Haziran 2007 Cuma

dolgumu da kırdım tam oldu...


"İnsanın bir kere ters gitmesin işi, muhallebi yerken kırılır dişi" sözünü canlı canlı yaşadım ...

Benimki muhallebi değil yeni dünya yerken kırıldı, çekirdeklerini de hep elimle çıkarırım halbuki. Aman da ne güzelmiş bunlar homini gırtlak yapayım diye tam ağzıma atmıştım ki, ta taaaam ağzımın içinde çıtır çıtır bişeyler. Bi baktım dolgum kırılmış. O an mutluluğum tavan yaptı (!) zaten yeni kurtulmuşum kanlardı, tahlillerdi derken doktor olaylarından, bir de diş hekimi ziyareti farz oldu. Neyse, ben ve kırık dolgum randevumuzu aldık ve diş hekiminin muayenehanesindeyiz. Diş hekimi olan tatlı teyze bana "bu iğne yapılacak bişey değil, hemen hallederiz" dedi ve ben elimde aynayla yaptığı her hamleyi canlı canlı izledim. Gerçi "kızım aynayı bırak çalışamıyorum" diye azıcık kızdı bana, ama olsun görmem lazım, diş benim Allah Allaaaahhh... yarım saat sonra yeni dolgumla kendimi Kızılay sokaklarında buldum. Kendime pasta ısmarlamayı düşündüm ama "şimdi dolgu çıkar mıkar, yeniden uğraşma kızım, boşver" diyerek ağzımda yeni dolgum, aklımda frambuazlı pasta evin yolunu tuttum.

Diş hekiminden korkmayan nadir insanlardan olduğumu düşünüyorum, yirmilik dişlerimi de aklıma estiği bi akşam üstü kendi kendime gidip çektirmiş, eve elimde gayet köklü bir dişle dönmüştüm. Doktorun sıvı şeylerle beslen birkaç gün demesine asla aldırmayarak, kuru pilav ve turşu üstüne de puding muhteşem dörtlüsünü yiyerek ve kendime "niye ağrımıyoki bu diş" diyerek mutlu mesut yatmış, gece yarısı zonklamayla uyanarak birazcık (!) ağlamıştım. Ama sabah dişi cebime atıp herkese "bak, bak köke bak heyt beee" diye göstermiştim.

Şimdi dolgum ve ben mutluyuz. Acaba yine yeni dünya yesem mi? Veya dut kurusu var onu yiyeyim, kırmaz temelden söker alır dolguyu. Kesin çözüm... :)

7 Haziran 2007 Perşembe

delirme noktası


Geçen perşembe günü havanın güzel olmasını fırsat bilerek öğlen tatilinde yakındaki parkta yürüyüş yapmaya karar verdim. Öğlen kendimi yeşilliklerin arasına atacak, mutlu mesut yürüyüşümü yapacak, kalınlaşan belimden bir çırpıda kurtulacak, öğleden sonra fit bir insan olarak mutlu mesut yaşayacaktım...
Öyle mi oldu... Tabiki hayır. Öğlen cayır cayır güneşin altında yürümeye çalışan ben (burada yürüme azmime dikkatinizi çekmek isterim, gerçi annemle sabah 5 te yürümüşlüğümüz de var, onu da sonra anlatırım) yılmadım ve yürüdüm. Dilim dışarda ve kan ter içinde işe döndüm. Veee beklenen son. Güneş çarptı.
Ateşim çıktı, kafamın üzerine kestane koyulsa kesin pişirirdim, o derece... Ben de işyerimizin hemen yanındaki sağlık ocağına gittim. Maksat ateş düşürücü bişeyler almak. Muayeneyi yapan doktor benden kan tahlili istedi ne hikmetse. Ben ısrarla öğlen yürüdüm ondan oldu diye çırpındım ama nafileeee, kaaaaann kan diyen bir doktorun eline düşmüştüm bir kere. Heyhaaat, kader ağlarını örmekteydi. Cellat gibi bi hemşirenin (belki de laborant, kim alır kanı bilmem, işte o) elindeki iğneye hiç bakmayarak ve tırstığımı hiiç belli etmeyerek damarlarımdaki asil kanın bir kısmını bir tüpün içinde kaderine bıraktım... Bir gün sonra heyecanla tahlili almaya gittiğimde anlamadığım bir sürü şey dolu kağıdı aldım ve tekrar vampir abi'ye (bkz. kan isteyen dr.) gösterdim. Bana idrar yolları enfeksiyonu teşhisi (!) veee en can alıcı nokta "LÖKOPENİ" tanısı koydu vampir abi. Lökosit sayım çok düşük çıkmıştı. Bu da vampir abiye göre çok kötü bir hastalığın (Allah korusun) habercisiydi. Yüzündeki ifade de zaten en fazla 1 ay, hadi uzatmaları da yaşasam 2 ay ömrüm olduğu şeklindeydi. Ben güneş çarptı diye gittim, idrar yolları enfeksiyonu çıktı. Yarabbim bu nasıl bir kader... Sonucu cuma günü aldığım için araya hafta sonu tatili girdi ve başka bir yerde tahlil yaptırma şansım da yok. Ağlaya ağlaya eve döndüm, ve evdekilerin de huzurunu büyük bir başarıyla kaçırdım. Hafta sonum ağlayarak, herkesle helalleşerek ve hayatımdaki en sevmediğim insanları bile ölünce özler miyim acaba diye düşünerek geçti. Hiç kimse de bana ölünce kimseyi özleyemezsin demedi.
Pazartesi günü büyük acılar içinde ve artık sonumun yaklaştığını düşüne düşüne tanıdık bir doktorun muayenehanesinde buldum kendimi. Hiçbirşeyin yok, benden sağlamsın demesine asla inanmayarak ve ağlak gözlerle bakarak onu da bunalttım vee yeniden tahlil yolları göründü bana. Kan alınırken nedense içimden hep lökositlere (bundan sonra kısaca böcük (!) diye anılacaktır) yüksel böcüükk yükseeel dedim (lökosit sayısını yükselticem ya aklım sıra)... Vee sonucu dün aldım. Lökositim de gayet normal (ahh canım böcüklerim, yükselmişler) idrar yollarında da hiçbirşey yok. Vampir abinin verdiği ilaçları kullansam şimdiye belki de ölmüşlerime kavuşmuş, "Tam da blog yapıyordum, öldüm mü hakkaten yav, ee sizden naber, nasıl sıcaklarla aranız, yelpazesi olan yok mu? diye muhabbet eden, "welcome to hell" yazısını çoktaaan okumuş biri olacaktım . Ama hayatın cilveleri işte, tahlillerim karıştı ve ben artık ilaç kullanmamaya ve güneş çarpınca doktora filan gitmeyip sadece ayran içmeye yemin etmiş bir insan olarak aranızdayım. Kötülere bişey olmaz sözü böylece doğrulandı... Hehehe kötüyüm ben kötüyüüüm, uzun yıllar yaşarımm yaşarım yaşarımmm...

yaşasın benim de blog'um oldu... analı babalı büyüsün


Uzun zaman başka blogları okuyup, bazılarının müptelası olunca kendi blogumu oluşturmaya karar verdim. Hayatta benim de bir dikili ağacım (pardon bir blogum) olsun hesabı... Burda sizlerle hayatı bölüşücez (bölüşeceğizzz) imla kurallarını ben katledicem, siz buna gülüceksiniz. Sevdiklerim, sevmediklerim, herşey burada. Tekmili birden. Eğlenceye hoşgeldiniz, çok eğlenicez garanti ederim :)